İnsanlık, çağlar öncesine dayanan alışkanlığıyla hala basit gerçeğin görüntüleriyle oyalanarak, akıl almaz bir şekilde Palton’un mağarasında oturmaya devam ediyor. Oysa fotoğraflarla eğitilmiş olmak, daha eski, daha el emeği değmiş görüntülerle eğitilmiş olmaya benzemez. Bir kere, etrafımızda bizi kendilerine dikkat etmeye zorlayan çok daha fazla görüntü var artık. Söz konusu görüntü envanteri ilk kez 1839?da oluşturulmaya başladı ve o zamandan beri hemen her şey fotoğraflanmış durumda (ya da bize öyle görünüyor). Fotoğraflayan gözün bu doymak bilmezliği, mağaraya -dünyamıza- hapsolmuşluğumuzun koşullarını değiştirmekte. Fotoğraflar, bize yeni bir görsel şifre öğretmek suretiyle, bakılmaya değer olan şeyler ile kendimizde onları gözlemleme hakkını bulduğumuz şeylere ilişkin görüşlerimizi değiştirip geliştiriyorlar. Son olarak da, fotoğraf çekme girişiminin en görkemli sonucunun, bize dünyayı bir görüntüler antolojisi şeklinde – kafamızın içine sığdırabileceğimiz duygusunu kazandırmak olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. (sf 1-2)
Fotoğraf çeker, izler, düşünürken yaptığımız işin naturasına, içeriğine uzaktan, analitik bir bakış atmıyoruz artık. Fotoğrafın olmadığı bir dünyayı bilmeyişimiz de bunda ciddi bir etken. Biz vizörden bakıyor, kadrajı pozlamayı ayarlıyor, karar verip çekiyoruz; dergi karıştırır, internette sayfaları teker teker tıklayıp geçerken bir sayfada duruyor, bir kaç saniye izliyor veya daha fazla vakit ve dikkat harcayarak karşımızdaki sayfanın bize ne anlattığına dair düşünüyoruz. Yaptığımız eylemin kendisine bakmaksızın tabi ki.
Fotoğraf çeken açısından konuya devam edersek, fotoğraf çekme eyleminin bizatihi kendisini masaya yatırıp incelemenin fotoğraf çekme yetisine bir katkısı olduğunu söylemek pek mantıklı değil, biliyorum. Böyle bir iddiam yok zaten. Ama aslında ne yapmakta olduğunu, yaptığın şeyin peşinde olmayı sağlayan dürtünün kökeni ve mekanizmasını sislerden hafif fark edilebilir bir düzeye çekme çabası, üretilen fotoğrafta ne isteğini araştıran ve belli bir takım ip uçlarına ulaşmış zihnin berraklığını yansıtmaz mı?
Fotoğraf çekmeyle değil, fotoğrafı okumakla ilgilenen Susan Sontag kendi cevabını veriyor;
Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan şeyi ele geçirmektir. Başka bir deyişle, bir şeyin fotoğrafını çekmek, dünyayla, insanda bilgilenme -dolayısıyla, güçlenme- duygusu uyandıran bir şekilde ilişkiye girmektir. Artık ağızlara sakız olan yabancılaşmaya sürüklenmenin, yani insanları basılı sözcüklerle soyutlamaya alıştırmanın, modern, inorganik toplumların inşa edilmesi için gerek duyulan Faustvari enerji fazlası ile ruhsal hasarın kaynağını oluşturduğunu düşünülmektedir. Ancak baskı (print), onu zihinsel bir nesneye dönüştürerek dünyayı süzmenin (şimdilerde insanların, geçmişin görünüşü ile bugünün kapsamı hakkında sahip oldukları bilgilerin çoğunu oluşturan fotoğrafik görüntülere kıyasla) daha az ihanetçi bir formu olarak kendini göstermiştir. bir kişi ya da bir olay hakkında yazıya aktarılan şeyler, resimler, çizimler gibi elle işlenmiş görsel ifadelerde görüldüğü üzere samimi birer yorumdur. Fakat fotoğraflanmış görüntülerin de dünyayla ilgili tespitler olmaktan ziyade, dünyanın parçaları, fotoğrafa aktarılmış görüntüler, herkesin yapabileceği ya da edinebileceği gerçeklik minyatürleri olduğu bellidir artık.
Sontag’ın yazısının ilk paragrafında yer alan her şey fotoğraflanmış durumda (ya da bize öyle görünüyor) ifadesi daha ayrıntılı bakılması gereken bir konu. Bilahare o konuya dair düşünülebilir. Yazıda yer alan fotoğraf, Sontag’in devam eden sayfada her tür ve temadaki fotoğraf üzerine zekice kotarılmış bir meditasyon diye andığı Chris Marker’in si j’avais quatre dromadaires (Dört Devem olsaydı, 1966) adlı filminden.
One thought on “Susan Sontag Okumaları – II – Platon’un Mağarasında”